21. BÖLÜM
“GEMİDEKİ KAPTAN VE GÜVERTEDEKİ KIZ”
Rotayı nereye çevirirse çevirsin kaptanın kalbi karada.
Elini kalbine götürüp çıkarsan kime verirsin?
Şimdi elimi kalbimin üzerinde tutuyor, her an dışarıya fırlayacak gibi olan hızla atan kalbimi sakinleştirmeye çalışarak karşımdaki gözlere bakıyordum. Nefesimi tutmuştum, kaçıp gitmekle ağzımı açıp bağırmak arasında bocalıyordum. Ben Hazer’in çizdiği o resimden yeteri kadar şey anlamamış olsam da, benim çizdiğim resim Hazer’i huzursuz etmeye yetmişti. Kaşları hâlâ çatıktı, çenesi titriyordu ve bakışları bir çizime iniyor, bir yüzüme çıkıveriyordu.
Ben bu cephede hep kendime karşı savaştım, birisi de çıkıp bana siper olmadı.
Bu yüzden korkarım, açamam kalbimin kapısını kimseye.
“O küçük kız... Sensin değil mi?”
Sesi neden bunu reddetmemi istiyor gibiydi? “Benim, belli olmuyor mu? Baksana, ellerimi tombul çizdim...”
Bu şapşal cümlemin ona ne yaptığını görmek için bakışlarımı bir an yüzüne kaydırdım ve gergin dudaklarının biraz gevşediğini gördüm.
“Sensin,” diyerek beni onayladı, sesi sertliğini muhafaza ediyordu. “Peki o kimdi, karşında duran adam? Kötü... Birisi miydi?”
Çizmiş, ona canavarımı göstermiştim ama ondan nasıl bahsedebilirdim? Onun bahsini açmak gözümün önüne birden fazla sahneyi sürükledi ve midemi bulandırdı. “Çok kötü,” diye fısıldadım kendime mâni olamadan. “Midemi bulandırıyor.”
Hazer’in yüzüne tokat atmışım gibi kesildi soluğu. “Ne?”
Yutkundum. Hazer’in dudakları aralanırken kafamı iki yana sallayarak oturduğum yerden doğruldum. İleriye atıldım, adeta koşarak ondan uzaklaşmaya başladım. Yumruğumun içinde kâğıdı sıkarak merdivenlere koşarken, onun da kalktığını hissettim ve ilk basamağa çıkar çıkmaz ensemde nefesini hissettim. Bacaklarım titrerken Hazer dirseğimden nazikçe tuttu, beni durdurarak kendisine doğru çevirdi. Vücudum vücuduna temas etmeden durdu ve yakınlığı kalbimi acıtırken, “Ne olur kal,” dedi Hazer, sesi çatlamıştı. “Bana bir şey diyemeden gidemezsin tamam mı? Yani... Aslında gidebilirsin tabii ama gitme tamam mı? Hadi, bana o resmi açıkla! Yoksa ben uyuyamam bile.”
Belki o resmi hiç çizmemeli, onun kafasında soru işaretleri bırakmamalıydım ama benden bunu istediğinde onu geri çevirememiştim.
“O zaman sen de anlat,” dedim daha cesur bir şekilde. “Senin çizdiğin neydi? Kimdi onlar? Söyleyebilir misin? Söylesene Hazer, bana ne anlatmaya çalıştın?”
Bakışları donuklaştı, sivrileşti, bir an sanki Hazer’i kaybettim ama uzanıp titreyen parmaklarımla tişörtünün yakasından tuttuğumda onu kendine getirdim. Bir elime baktı, bir gözlerime. “Söyleyemem.”
“Söylememekle söyleyememek arasındaki farkı sen de biliyorsun değil mi?” Gözlerimi tişörtüne indirerek engel olamadığım bir şekilde sıcaklığına çekildim. “En çok duyduğum kelime neydi biliyor musun? Sus. Susuyorken bile sus dediler ve o zaman düşüncelerimin çıkardığı sesten bile korktum. Herkes susmamı istedi, boyun eğdim, şimdi sen istiyorsun diye konuşmayacağım, konuşmak istediğim zaman konuşacağım.”
“Bir keresinde bana...” Hazer başını tavana kaldırarak burnundan içeriye derin nefesler alırken susmak zorunda kaldı. “... ağzımda başkasının eli vardı demiştin, bununla alakalıydı değil mi?”
İnkâr etmeyecektim, zaten Hazer böyle olduğunu anlamıştı. Nefeslenerek başını yeniden önüne eğdiğinde bakışlarımı hızla kaçırdım ve parmaklarımı tişörtünün yakasından uzaklaştırarak bir adım kadar geriledim. “Ağzında her kimin eli varsa,” dedi Hazer ve yüzünü aşağıya eğerek hep yaptığı gibi gözlerimi yakalamaya çalıştı. “Çekinmem, kırarım o eli.”
Birisi ilk kez bu savaşta bana siper oldu.
Benim önüme beni korumak için geçeceğini söylüyordu ama bunu şiddetle yapamazdı. Madem gözlerimi görmeyi istiyordu, gösterirdim. Bakışlarına karşılık verirken parmaklarımı kaldırdım. Yanağına tereddütle, nazikçe dokundum. Hazer’in gözleri neredeyse kapanacak oldu ama kendini zorlayarak açık tutabildi.
“Bastırmaya çalıştığın bir öfkenin olduğunu görüyorum,” dedim. “Ama hiçbir şey sana nezaket ve incelik kadar yakışmıyor. Rica ederim beni inceliğinden mahrum etme.”
Hazer bir an utanmış göründü ama yanağına temas ettiğim için bakışlarını benden kaçıramıyordu. “Gerçekten kötü biri değilim aslında,” dedi ve o an tüm kalbimle bunun doğru olduğunu hissettim. “Ama nasıl oluyorsa bazen kontrolden çıkıyorum, pişman olacağım şeyler diyorum, yapıyorum ama gerçekten bak kötü biri değilim.”
Parmaklarımı yanağından çektim. “Zaten kötü biriyim desen de inanmam.”
“Yaa...”
“Yaa.”
“Ama bazen ileriye gider, kötü şeyler dersem beni bağışlarsın değil mi?”
Öyle şeyler demezdi. Hem bağışlamak ağır bir kelimeydi, altında ezildiğimi hissederek, “Estağfurullah,” dediğimde Hazer’in dudaklarından ufak bir gülümseme gelip geçti.
“Saçınla oynama öyle, sonra benim de dokunasım geliyor...”
Bu beklenmedik cümleye kızararak tepki verdikten sonra saçlarımı özenle omzuma koydum ve ellerimi çektim. “İki kere dokundun.”
Hazer güler gibi bir ses çıkardı. “Saydın mı?”
Pervasızlığıma kızarak alt dudağımı ısırdım. “Saydım... Çünkü sen dokundun, benim için özel...”
Kollarım, sanki kaldıramayacağım kadar ağırlaştı ve nezaketimden ödün verip bir kez daha kaçmamak için direndim. “Benim için de özel,” dedi Hazer hızlıca.
“Sadece o değil, söz konusu sensen her şey özel oluyor. Mesela sen birkaç kez ceketimin uçlarına falan dokundun, ceketi hiç çıkartmak istemedim ama sonra ’Hazer, kendine gel oğlum,’ dedim.”
Dalga geçtiğimi düşünmemesi için elimi dudaklarımın üzerine yaslayarak tebessümümü gizlediğimde Hazer utanmış gibi dirseğimdeki elini uzaklaştırdı. Diyecek şey bulamayarak bir basamak daha çıkarken, “İyi geceler,” diye fısıldadım.
Hazer bir an beni tutacak oldu ama ikinci kez bunu yapmak yerine başını salladı. Babam uysal bir adamdı, Leo uysal bir çocuktu, Hazer benim karşımda hep uysaldı. O an anladım ki, beni ona çeken şey bu sakinlikti. Hazer beni tutmadı ama basamağı çıkarak mesafemizi kapatırken, “İyi uykular,” diye karşılık verdi, sesi gecenin sakinliğiyle uyum içindeydi. “Affedersin ama sormak zorundayım, üçünüz yatakta rahat edebildiniz mi? Sıkışmışsınızdır tabii... Ben burada, salonda yatayım, sen istersen benim odama geç, yatağımı kullanabilirsin...” Ensesini kaşıdı. “Çarşafları değiştirip yeni çarşaf örterim senin için.”
Odasına öylece giremezdim, özeliydi en nihayetinde. “Odanda sen kal lütfen. Ben rahatım, zaten birkaç saat sonra uyanacağız.”
Hazer bir daha başını sallayarak üst basamağa çıktı. Ben de eş zamanlı olarak üst basamağa çıkarak aramızdaki mesafeyi dengeledim. Ben önüme bakmadan, arkaya doğru adımlayarak basamakları çıkıyordum ve Hazer yüzümü izleyerek beni takip ediyordu. Yakın mesafede, birbirimizi izlediğimiz için nefesim kesiliyordu ve çekinsem de yüzüne bakmadan duramıyordum. Merdivenin ilk basamağına çıktığımda saçlarımı omuzlarıma atarak ona arkamı döndüm ve o beni takip ederken kaldığım odaya ilerledim. Odanın kapısı önüne kadar yavaşça yürüdüm ve belki bana bir şeyler der diye düşündüğümden kapıyı açmadan tekrar ona doğru döndüm. Hazer tahmin ettiğim gibi peşimden gelmişti ve ben ona döner dönmez göz göze kalmıştık. “Seni bir kere gördükten sonra,” diye fısıldadı. “Bırakıp gitmek çok zor nedense...”
Seni de Hazer.
“Bana sık sık iltifat ediyorsun. Şey, bazılarını anlamıyorum ama hepsi için teşekkür ederim.”
Güldüğünü anladığımda dudaklarının nasıl kıvrıldığını görmek istedim ama gülüşünü benden sakındı. Bunun burukluğuyla iç çekerken, “Ben hiçbirini anlamadığını düşünüyordum,” diyerek beni iğneledi Han.
“Bazen sadece duyuyorum, anlamıyorum,” dedim ve heyecan içinde ekledim. “Bizim için çalan o şarkıyı duyduğum gibi.”
Başını kaldırdığında gözlerinin güzelliğine hazırlıksız yakalandım. Üzerinde ceketi olsa hiç düşünmeden tutunacağımı fark ettim. Bakışları, beni tutup kendine çekiyor gibiydi ve sanki şimdi onunla olduğum için böylesine sıcaktım. Sanki kızmamdan endişe eder gibi yavaşça kulağıma doğru eğildiğinde sıcacık nefesi kulağımın arkasını ısıttı. Bana, ruhuma yaklaştığı gibi yavaş ama güçlü şekilde yaklaşmıştı. Yutkundu. “Kalp atışlarımı da duymadığını söyleme Mila...”
Benim ben olmayan bir gölgem olsa, o kesin Hazer olurdu. Sanki şimdi bir aynaya baksam, kendim de Hazer’i görecektim. “Duyuyorum,” dedim güçlükle. “Ama sen benimkini duymuyormuş gibi yap, ben biraz utanabilirim de...”
“Bien,” dedi ve İspanyolca konuşmanın ona ne kadar çok yakıştığını fark ederek yutkundum. “Tamam kalbin hızlı atsın, ben duymamış gibi yaparım. Ama benim yanımda atsın, başkasının yanında öyle hızlı hızlı atmasın...”
Şapşallık ederek kafamı salladım. Utandığım için yine saçlarımla oynamaya başlayarak bakışlarımı ayak ucuma indirdim. Şimdi gitmeli, içeri girmeliydim. Terli avucumu üzerime doğru sürterken Hazer birkaç kez genzini temizleyerek kendini toparlamaya çalıştı. Saçlarımı özenle omuzlarıma doğru bırakıp vedalaşmak için gözlerini arayışa çıktım. İlk andan birbirimizi bulduk, göz göze düştük.
“Behram bizi basmadan gitsem iyi olacak...”
“Ah.” Gözlerimi kırpıştırdım. “Bassa ne olur ki?”
“Eee, basıldığımıza göre...” Hazer omuzlarını silkti. “Evlenmemiz gerekir artık.”
Dünya şimdi etrafımda o kadar hızlı dönüyordu ki, benim de başımı döndürüyordu sanki. Yanağımın içini dişleyerek telaşla arkamı döndüğümde, “Espri,” dedi Hazer, sesi bir şeyleri açıklama gayesindeydi. “Sadece espri...”
“Han, anlıyorum.”
“Sus konuşma diyorsun, tamam.”
Belli belirsiz gülümseyerek kapıyı açtım. Eşikten içeri girdikten sonra örtmek için vücudumla beraber döndüm. Kapıyı iterken bakışlarımız aramızdaki bu garip hissi bölüştü. Hazer elini kaldırıp kapının aralığından içeriye soktuğunda, hüzünlü bakışlarım elini takip etti. Kapıyı, onun eli aramızdayken örtemezdim. Bu yüzden durdum ve onun parmakları yüzüme uzanmak için tereddütle kıpırdanırken, gözlerinin içindeki yansımama baktım. İnsan gözlerinde neden bir başka insanı taşır? Oradayım, gözlerinde.
Hazer’in parmakları beni daha fazla bekletmeden çeneme yerleşti ve çenemi parmaklarının arasına alıp zarifçe okşarken, bakışlarıyla da yutkunuşumu takip etti. Sonra serseri bir şekilde göz kırparak etkileyici bir sesle fısıldadı. “Tatlı rüyalar Gece Yarısı Güneş’im.”
Çenemin altını bir kez daha, çok yumuşakça okşayarak elini tamamen çekti. Omuzlarını dikleştirerek ayaklarının üzerinde döndü. Karanlığın içine karışıp koridorun sonuna doğru ilerlediğinde, vücudumu yaslayarak kapıyı örttüm ve bir süre yaslandığım o yerde kalarak ellerimi kapının üzerine dayadım. Tanrım, bu da neyin nesiydi? Karnım ağrıyordu ama bu hem işkence veren hem de tatlı bir ağrıydı.
Bacaklarımdaki titreme biraz azaldığında kapıdan uzaklaştım. İçeri yürüyerek yatağın karşısındaki koltuğa oturdum. Üzerimdeki kazağı sıkarak kalbimin üzerine vurduktan sonra ellerimi kucağıma indirdim ve başımı arkaya yaslayarak tavana baktım. Abajurun zayıf ışığı içeriyi olduğu gibi tavanı da aydınlatmıştı. Dudaklarımı ıslattım, çok kurumuşlardı. Elimi tavana doğru kaldırdım ve kuvvetli bir his göğsümü aşındırırken, parmaklarımı tavanın üzerinde bir kalem gibi hareket ettirerek “Hazer” yazdım, Hazer isminin hemen yanında bir kalp çizdim ve kalbin yanına kendi ismimi yazdım:
Hazer ♡ Mila.
✨
Sanki senin yakının bile hâlâ uzak bana.
Uyandığımdan beri ne giysem diye düşünüyor, çantamı karıştırıyordum. Hep aynı kazak ve pantolonlarım vardı. Hazer’in yanında sürekli bunları giymekten usanmıştım, elbette bu kadarına da şükrediyordum ama ne bileyim, onunlayken kendime biraz daha özenmek istiyordum. Yazlık birkaç eşyam Gazel’deydi, onları da bir ara almalıydım. Çantamın kenarına sıkıştırdığım elbiseye baktım ve onu çıkarıp elimde inceledim. Dizlerimin altına kadar gelen, soft pembe renkli şirin bir elbiseydi. Giyinip aynadan üzerimdeki duruşuna baktım. Bu elbise biraz baharlıktı, kumaşı inceydi ama elbiselerin içinde kendimi çok pozitif hissediyordum. Kendi etrafımda dönüp hemen sonra elbisemin uçlarını düzelttim ve saçlarımın durumuna baktım. İki gündür saçlarım çok dağınıktı, o yüzden çantamdan bir kurdele çıkardım ve saçlarımı yarı atkuyruğu yaptım. Yatağın üzerinde Gazel’e ait olan çantaya ilerleyerek içindeki ruju aldım. Bu dudağımdan bir iki ton koyu ama hoş bir renkti. Bulaştırmadan, abartısızca sürerek ruju çantasına geri bıraktım ve aynadaki son halimden memnuniyet duyarak gülümsedim.
Çiftlik için fazla tatlı bir elbiseydi ama ne yapayım, güzel görünme isteğime yenilmiştim.
Odadan çıkıp merdivenleri inerken hafifçe üşüdüğümü hissettim ama salona vardığım an şöminenin sıcaklığı tarafından kuşatıldım. Gözlerimi arayışla etrafta gezdirdiğimde Muazzez ve Gazel’in mutfakta olduğunu gördüm. Behram da şöminenin içini karıştırıyordu. İndiğimi anlamış olmalı ki omzunun üzerinden bana döndü ve bir süre baktıktan sonra tekrar önüne çevirdi kafasını. “Günaydın Safir.”
“Günaydın,” dedim nazikçe. Koltuklara doğru ilerleyerek camlardan dışarıya baktım. Hazer neredeydi acaba? Elbiseyi onun için giymiştim, beni görmesini istiyordum. “Hazer acaba nerede, sen biliyor musun?”
Behram’ın omuzlarının sarsıldığını gördüm, komik olan neydi ki gülüyordu? “Sigara yaktı, dışarıda, birazdan gelir.”
O sigara içtiğinde huzursuz oluyordum. Omuzlarımı düşürerek koltuğa oturdum ve camlardan dışarıya bakıp onu aradım. Çok vaktimi almadı, onu bulabildim. Bakış açımdaydı ve Behram’ın dediği gibi sigara içiyor, ufka doğru bakıyordu. Birkaç dakika boyunca sigarasını bitirip içeriye girmesini bekledim ama o sigarasını bitirip yeni bir tanesini yaktığında kendimi ayağa kalkarken buldum. Dış kapıya doğru yürüdüm ve portmantodan ayakkabılarımı alıp dışarıya çıktım. Bir an soğuk havaya hazırlıksız yakalanarak titredim ve ayakkabılarımı giymek için eğildim.
Sabahın ilk saatlerinde onu görmek bende sanırım alışkanlık yapmıştı.
Onunla konuşmak...
Onunla göz göze gelmek...
Onu dinlemek ya da ona bir şeyler anlatmak...
Çiftliğin arkasına yürüdüğümde Hazer bakış açıma girdi. Hâlâ kıpırtısızca duruyordu. Sessiz olmaya özen göstererek arkasından ilerlemeye başladım ama daha attığım birkaç adımda beni duydu, hissetti ve arkasını döndüğünde göz göze geldik. Yüzüme bakakaldığı birkaç saniyeden sonra hızla dudaklarındaki sigarayı çekip aldı ve kenarda duran çöp kutusunun içine attı. “Benim için sigaranı söndürmene gerek yoktu,” dedim, mahcup olduğumu hissederek.
Tekrar bana doğru dönüp mesafemizi kapatırken, “Senin yanında içmem,” diye mırıldandı.
Heybetinin karşısında kendimi daha küçük hissederek bakışlarımı kaçırdım ama onun çekindiği yoktu, tereddütsüzce yüzümü izliyordu.
“Neden yanımda içemezsin ki?” diye sordum, başka diyecek bir şey bulamayarak. Hazer hiç düşünmeden cevap verdi. “Sana bile bile kötülük etmem...”
Bu cümle bana, yanımda bana en büyük kötülüğü yapan babamı hatırlattı.
Bu beni her nedense çok duygulandırmıştı. Hazer bile bile bana kötülük etmeyeceğini söylüyordu ama beni çok sevdiğini söyleyen babam bunu nasıl yapmıştı? Tanrım, keşke sevgiyi ölçebilecek bir terazi olsa.
“Mila... Yanlış bir şey mi dedim?”
Hazer’in tereddütlü sesini duyarak hüzünlü bakışlarımı gözleriyle buluşturdum. “Bir anımı hatırladım,” dedim ve ensemi daha sert kaşıyarak ruhumdaki sıkıntıdan kurtulmaya çalıştım. “Birisi vardı... Bana hiç kötülük yapmayacağını hissettirmişti.”
Bakışlarındaki amber rengi birkaç ton koyulaşmıştı. “Sonra... ne oldu?”
“Kötülük yaptı.”
“Ben yapmam.” Hazer kati bir şekilde kafasını iki yana salladı. “Hiç yapmam.”
Ona gülümsemek istedim, o an gülümsediğim son insanın da kendisi olduğunu hatırladım. Hatta uzun süredir içten şekilde beni gülümseten tek kişinin Hazer olduğunu fark ederek telaşa kapıldım. Neden onun yanında gülümsüyordum, komik olduğu için mi? Hayır, Hazer komik değildi, zaten ben de kahkahalar atmıyordum. Bana bir şeyler söylüyor, ben de heyecanlanıyor, kızarıyor ve gülümsüyordum. Ah, galiba biz onunla gerçekten flört ediyorduk.
Gözlerimi kocaman açarak suratına baktım. “Biz galiba seninle gerçekten flörtleşiyoruz.”
Hazer gözlerini kırpıştırarak suratıma bakakaldı ve o an dediklerimi yeni duyuyormuşum gibi kulaklarımda bir basınç hissettim. Pervasızlığıma o da alışmış olmalıydı ki bu sefer gözlerini kırpıştırmaktan başka şey yapmadı. Ne yapayım, der gibi omuzlarımı silktim. Dudaklarımı ısırarak, “Şey ben senin yanında sürekli heyecanlanıyorum,” dedim ve dudaklarımı kıvırarak bakışlarımı kaçırdım. “Sanırım bunu söylememeliydim.” Parmak uçlarımda yükselip alçaldım. “Ama bir an içimden gelince söyleyiveriyorum, içimde tutamıyorum.”
Aramızdaki mesafe daha da azaldığında heyecana kapılarak sustum ve ona kulak verdim. Kalp atışlarını duydum ve bu bana dünyada daha güzel bir şarkının olmadığını düşündürdü. “Şimdi karşımda dururken... Seni kendime çekip sarılmamak nasıl zor biliyor musun Safir?”
Nefesim kesildi. Bana sarılmak istediğini söylemişti, bunu daha önce de hissetmiştim ama ağzından bu kadar net duymak önümde siper olmuş vücuduna sarılma isteği yaratmıştı.
Tanrım! Ona sarılmak istiyordum.
Bu hissin yüküyle kulaklarım uğuldadı ve ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemeyerek kafamı iki yana salladım. Hazer bu sessizliğimi anlayışla karşılaşmış olmalı ki konuşmam için ısrar etmedi ve sessizliğime katıldı. Hayatımda ilk defa bir erkeğe sarılmak istiyordum, üstelik bu hissi kabul etmiştim.
“Üşümüşsün...” Hazer izin ister gibi gözlerime baktıktan sonra elinin içini çıplak dirseğime nazikçe koydu ve sanırım böylelikle üşüyüp üşümediğimi anlamaya çalıştı. Ama o an yemin ederim ki yandım. O beni zehirli sarmaşıklarımdan kurtarmıştı ama beni yakmadan da duramamıştı; üstelik kendiyle beraber. Han benimle bu çaresiz, insafsız duyguyu paylaşıyormuş gibi güçlükle nefes alabildi ve elini kolumdan hızlıca çekerek arkasına götürdü. “Olamaz böyle bir şey,” diyerek yürümeye başladı ve ben arkasından ona bakarken tırnaklarımı koluma götürdüm. Dokunuşunun üzerinden yumuşakça geçtim.
Onun ardından eve doğru yürümeye başladığımda, Hazer’in elindeki bir şeyi cebine koyduğunu görerek kaşlarımı çattım. Çiftlik evinin etrafını dolaştık ve Hazer kapıyı çaldığında açan Behram oldu. Önden hızla eve girdiğimde üşümüş hissediyordum. Kollarımı ovuşturarak şömineye ilerlerken göz ucuyla Hazer’e baktım ve onun gözlerini kırpıştırarak, ilgiyle beni baştan aşağıya izlediğini gördüm. Beni izlemeyi bitirdiğinde ona baktığımı anca fark edebildi ve kızararak önüne döndü.
Şapşal.
“Kahvaltı hazır.”
Behram elini Hazer’in omzuna atarak onu mutfağa çektiğinde dönüp şömineye baktım. Biraz ısındıktan sonra mutfağa geçmeye karar verdim. Kızlar kahvaltı hazırlarken onlara yardım etmemiştim, alınmamış olmalarını diliyordum. Gazel’in yanındaki boş yere otururken hepsiyle kısa bir göz teması kurarak selam verdim.
“Bugün çok güzel görünüyorsun,” dedi Gazel baştan aşağıya beni süzerken. “Saçlarını da topuz yapmışsın, yüzünün güzelliği ortaya çıkmış.”
“Gracias,” dedim ve önümdeki çay bardağına uzandım.
“Pembe yakışmış,” diyerek Gazel’i destekledi Muazzez.
Böylelikle ona da bir teşekkür borcum olduğunu hissettim. “Teşekkür ederim.”
Hazer karşımdaydı, bu yüzden ona bakmak da bakmamak da çok kolaydı. Tabağıma aldığım domates ve salatalıkları yiyerek biraz ekmekle de karnımı doyurdum. En son ne zaman bir şeyler yediğimi hatırlamıyordum. Zaten hiçbir zaman düzenli yemek yiyen birisi olmamıştım.
“Daha menemen var mı?”
Hazer’in tabağına aldığı menemen bitmişti, göz ucuyla ocağa bakıyordu. Menemen yemeyi seviyordu sanırım. Gülümseyecek gibi olduğumda Muazzez’in, “Var,” dediğini duydum. Hemen doğruldu, ocaktaki tavayı alarak masanın ortasına bıraktı ve Hazer’in tabağına biraz koyarak yerine oturdu. Çatalımı tabağımın kenarına koyarken bakışlarımı boşluğa diktim ve Hazer menemeni yerken omuzlarımı düşürdüm.
Menemeni Hazer için yapmıştı.
Sevdiğini biliyordu.
Kahvaltı boyunca hiç kimseyle konuşmadım, onlar sakince birbirlerine bir şey sordu ama hiçbirinin diyaloğuna karışmadım. Sadece biraz yemek yedim ve karnımdaki huzursuzluğun uçup gitmesini diledim. Masadan ilk kalkan Muazzez oldu ve çayını alarak mutfaktan ayrıldığında, bir telefon sesi etrafta çınlamaya başladı. Gazel yanımda kıpırdanarak, “Benim,” dedi ve aceleyle kalkıp mutfağı terk ederken Behram’ın huzursuz sesi kısıkça kulağıma doldu. “Sanırım onu evine bırakırken abisine durumu açıklamam gerekecek.”
Hazer’in elindeki bardağı olduğundan daha sert bir şekilde masaya koyduğunu gördüm. “Saf mısın oğlum sen?”
Behram kaşlarını çattı. “Edebini takın, ne oluyor?”
Hazer tamamen ondan tarafa döndüğünde vücudumu rahatsızlık kapladı ve endişe sivrilerek yüzeye çıktı. “Asıl sana ne oluyor?” diyerek onu tekrarladı Hazer. “Gazel’le ne oluyor?”
Behram’ın yüzünü şaşkınlığı örttü ve bakışlarını bir kabahat işlemiş gibi kaçırdı. “Münasebetsiz sorular sorma. Ne olacak... Arada bir tesadüfen karşılaşıyoruz işte.”
“Sen tesadüfe değil, kadere inanırsın kardeşim.”
Hazer’in kurduğu bu cümle bir süre havada asılı kaldı. İzlenilmekten rahatsız olacağını düşünüp bakışlarımı Behram’dan kaçırırken, o, tadı bozulmuş gibi yüzünü buruşturarak masadan kalkıp mutfağı terk etti. Hazer uzanıp önündeki peçeteyi aldı ve ağzını silip peçeteyi fırlattı. Bu suç Gazel’indi, kendine getirmek için onu sarsmam mı gerekiyordu? Tırnaklarımla oynarken Hazer’in tabağına baktım ve menemeni tamamen bitirdiğini görerek dudaklarımı büktüm. “Güzel olmuş galiba menemen?”
Hazer neden bahsettiğimi anlamak için duraksadı. “Menemem... Aa, evet, güzeldi.”
Ben hayatımda hiç menemen yapmamıştım, yapsam lezzetli olacağını sanmıyordum. Ümitsizce iç çektim. “Benim kreplerim de güzel olmuştu ama değil mi?” Heyecanla ondan bir cevap beklemeye başladım. Hazer gözlerini kıstı, bunu neden sorduğumu anlamaya çalışıyor gibiydi. Bakışlarına, gün yüzünü görmemiş bir çocuğun bakışlarındaki ümitsizlik bulaşmış gibiydi. İç çekti. “Gitsem ben, gelmezsin değil mi benimle?”
“No entiendo.”
Hazer kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. “Sık sık unutuyorsun ama İspanyolca konuştuğunda seni anlamıyorum.”
“Hazer?”
“Hımm?”
“Gitsen, belki gelemem ama... seni beklerim.”
Nefesi kesildi. “Yaa...”
Tanrı bana kızmasın, cennetini küçümsemiyorum ama bakışları sanki cenneti görmüş çocuklar gibi hissettiriyor... Ümitli, heyecanlı, mutlu...
“Yaa.”
Bakışını ilk kaçıran ben oldum ve bunun akabinde Hazer’in beni izlemesine izin vermiş oldum. Demişti, bana bakmıyorken seni izlemek daha kolay, demişti. Onun karşısında durmakta ne vardı bilmiyorum ama başkasının karşısında durmak gibi değildi. Herkes herkesti ama Hazer herkes değildi.
“Biz çıkalım.”
Başımı mutfak kapısına çevirdim. Behram üzerine paltosunu giymiş, doğrudan Hazer’e bakıyordu ama az önceki gerginliği üzerinde yok gibiydi. Öfkesinin kurbanı olmuyordu. Hazer sandalyesini iterek kalktı. Birkaç iri adımda Behram’ın yanına vararak elini omzuna attı. “Kalsanıza, at binersiniz.”
“Numara kesme bana.” Behram gözlerini devirdi. “Gidelim diye dakika sayıyorsundur şimdi içinden. Konuşturma beni, tövbe tövbe...”
Hazer’in sırıttığını gördüm. “Doğru.”
Behram onun omzundaki elini ittiğinde Hazer sırıtmaya devam ederek onun peşinden mutfaktan ayrıldı. Önüme dönerek derin bir nefes aldım. Az önceki heyecanımın yatışmasını bekledim. Hazer’in yanında hep böyle mi olacaktı? O zaman ölürdüm ben, kesin!
Sakinleştiğimde Gazel’le vedalaşmak ve onları uğurlamak için mutfaktan çıktım. Hazer ile Behram salonun ağzında bir şeyler konuşurken Muazzez kabanını giyiyor, Gazel elindeki telefona bakıyordu. Sessiz adımlarla yanına ilerlediğimde, “Sana bir şey söyleyeceğim,” dedim ve bana dönmesini bekledim. Telefonunu elinin içine alıp beklentiyle bana döndüğünde, “Biliyor musun?” diye kısık bir sesle devam ettim. “Biz Hazer’le flörtleşiyoruz. Yani Hazer öyle dedi, sen benimle flörtleşiyorsun de...”
Gazel suratıma bir kahkaha patlattığında gözlerim kocaman açıldı ve cümlemin devamı ağzımın içinde kayboldu. Elini ağzına kapatarak kahkahalar atarken Muazzez gülümseyerek bize döndü, aynı şekilde Hazer’le Behram da. Kızararak Gazel’in koluna çimdik atarken, “Rica ediyorum, gülme,” diye onu azarladım. “Bize bakıyorlar Gazel, yapma lütfen.”
“Afedersin.” Kahkahalarını durdurmaya çalışsa da ağzından küçük gülme sesler kaçıyordu. “Nasıl ya? Siz neler konuşuyorsunuz böyle?”
Küskün gözlerle ona bakarken, “Alay etme lütfen,” dedim. “Komik bir şey mi ki bu gülüyorsun?”
“Hayır hayır.” Gazel kahkahalarını tamamen sonlandırıp geniş bir tebessümle bana bakarken, oldukça kısık bir sesle konuştu. “Sadece, senden böyle bir itiraf beklemiyordum, hem de bu şekilde... Alay etmiyorum canımın köşesi, yalnızca Hazer’in o hali gözümün önüne geliyor ve... Yalnız bir saniye... Siz cidden flörtleşiyor musunuz?”
Bakışlarımı kaçırma gafletine düştüm. Bu, onun daha da emin olmasını sağladı. Gazel’e bir cevap vermedim, o da daha fazlasını sormadı ama evden çıkarken gözlerinin bana ışıl ışıl baktığına yemin edebilirim.
Onları uğurladığımızda bir süre salonun ortasında durarak birbirimize baktık. Arkasını ilk dönen ben oldum ve mutfağa geri dönerek masayı toparlamaya başladım. Böylece hem oyalanmış hem bir süre ondan kaçmış oluyordum. Tabaktaki artıkları bir kabın içine koydum ve yemeleri için hayvanlara vermeyi aklıma kazıyarak bulaşıkları lavabonun içine yerleştirdim. Bulaşık makinesi vardı ama hiç çalıştırmadığım için riske giremiyordum. Masayı tamamen toparlayıp temiz bir bezle sildim ve ellerimi yıkayıp mutfaktan çıktığımda etrafta Hazer’i aradım.
Salonda yoktu.
Buraya dans etmeyi bile erteleyip ne için gelmiştim? Hazer’le daha çok vakit geçirmek için. Meliha Hanım bunu hiç hoş karşılamamıştı ama bir buçuk aydan uzun bir süredir ara vermeksizin dans ettiğim için tatile ihtiyacım olduğunu düşünerek kabul etmişti. Aramızda etik olmadığını hissettiği bir şey vardı, biliyordu.
Merdivenlere yöneldim. Basamakları çıkarken ilgiyle etrafı izledim. Bu ev büyük olmasının yanında güzeldi ve zevkle döşenmişti. Üst kata çıktığımda koridorda bir süre durdum ve nereye gideceğimi düşünürken kapılardan birinin açık olduğunu görerek oraya ilerledim. Önce kafamı aralıktan uzatıp içeriye baktım ve gözlerimle onu aradım. Burası bir... çalışma odasıydı ve kafamı çevirdiğim her yerde kitaplık vardı. Hazer’i rafta bir şey ararken buldum ve ses çıkarmadan kapıdan içeriye süzüldüm. Olduğum yerde durarak tabanlarıma bastım ve reverans yaparak ona selam verdim. “Yanına gelmeyi istedim de... Rahatsız etmiyorum değil mi?”
Yavaş adımlarıyla odanın tam ortasında bulunan çalışma masasına ilerledi. “Rahatsızlık ve sen... Bir araya gelmeyecek iki şeysiniz.”
“Gracias,” diyerek ekledim. “Rafları gezebilir miyim?”
“Aradığın bir kitap varsa... senin için bakarım.”
“Sadece bakmak istiyorum.”
Hazer kafasını salladı ve masanın üzerindeki dosyayı karıştırdıktan sonra cama doğru ilerledi. Bir rafın yanına yaklaşıp daha önce hiç görmediğim kalın kitapları süzdüm ama bakışlarım sürekli ondan tarafa kayıyordu. O önüne dönene kadar ona baktım ama önüne döneceğini anladığım kitaplardan tarafa dönerek rafları karıştırmaya başladım. Onun kalçasını masaya dayayıp olduğu yerden beni izlemeye başladığını hissetmiştim. Yanaklarıma renk geldi, izlenildiğimi fark ederek kızardım ve önümdeki kalın kitabı çekip ellerime aldığımda, “Çok ağır,” diyerek gülümsedim. “Bu kitabı okuyup bitirdiğine inanmalı mıyım?”
Parmaklarıyla kolunun üzerinde ritim tutarken, “İnan, kitap okumak için çok vaktim oldu,” diyerek gözlerimin içine baktı. “Ben boş vakitlerimde hemcinslerimin yaptığı şeyleri yapmaktan ziyade kitap okudum, heykel yaptım.”
“Hemcinslerin boş vakitlerinde ne yapıyor ki?”
Aslında erkeklerin boş vakitlerinde ne yaptığıyla ilgilenmiyordum, erkekler ne yazık ki umurumda bile değildi. Sadece onun hakkında daha çok şey öğrenmek için sormuş ama bu sorunun makul bir soru olup olmadığı çelişkisine düşmüştüm.
“Çoğu erkek boş vakitlerini arkadaşlarıyla veya kadınlarla geçirir,” dedi, sesi toktu. “Ben öyle yapmadım. Ne çok arkadaşım vardı ne de kadınlarla münasebetim...”
Bazı cümleler bazı acılarımın kefareti gibi, acılarımın aksine bir mutlulukla beni kuşatıyordu ve zamansız gelen bu kuşatma karşısında duygularımı anlamaya çalışmaktan başka türlüsünü yapamıyordum. Kalp atışlarım olağan seyrinden uzaklaşırken mahcubiyet dolu bakışlarım sakince elimdeki kitaba çevrildi.
“... o yüzden kitap okumak için çok zamanım olmuştu,” diye devam etti Hazer, sanırım benim konuşamayacağımı anladığında. “Zaten... çok yalnızdım.”
Göğsümün üzerinden bir bıçak geçmiş gibi ince ince bir sızı vücudumda dolandı. Hüzünlü bakışlarım yavaşça ona dokundu. “Artık yalnız değilsin,” deyiverdim ve Hazer’in bakışları bana döndüğünde açıklamaya çalıştım. “Arkadaşların var, Behram, Muaz... yani çok olmasın ama Muazzez de var, sonra...” Elimdeki kitapla ona doğru bir adım attım ve gözlerine yaklaşmanın beni acılarımdan uzaklaştırdığını fark ettim. “Dilersen, istersen... ben de olurum.”
Nasıl ki bazen elinizi bile sürmeden birinin ölümüne vesile olabilirsiniz, bazen de aynı şekilde yaşama bağlayabilirsiniz bir başkasını. Hazer’e ne yaptım bilmiyorum ama yaşamla onun arasına bir düğüm daha attığımı hissettim.
“Ol, tabii ki ol sen... Hem zaten yok musun? Varsın, hatta galiba her yerdesin ya da ben her yerde seni görüyorum... Çok garip.”
Yüreğime sıcacık bir el değmiş gibi hissettim. “Ben de bazen seni görüyorum, kafamı çevirip baktığım her yerde... Ama aslında sen orada yoksun, yine de ben seni görmeye devam ediyorum.”
Cümlelerimin onun tarafından hazmedilmeye ihtiyacı varmış gibi gayretle yutkundu ve tereddütle yanıma yürümeye başladı. Mesafe eriyip de Hazer karşımda dikildiğinde, kalbimin alt üst olduğunu hissettim. Elbisemin kenarını avucumun içine alarak dudağımdaki gülümsemeyle yere bakarken, “O çizim gözlerimin önünden gitmiyor,” dedi ansızın ve bununla beraber dudağımdaki gülümseme bir cinayet gibi ortadan kalktı. “Mila, en azından bir şeyler söyle, görmüyor musun merak ediyorum!”
Tamam, çizdiğim şeyin görünürde korkunç olduğunu ve merak uyandırdığını biliyordum ama söyleyemiyordum; bir şey beni tutuyordu. Üstelik merak ettiğim halde o da çizimini bana anlatmıyorken, nasıl benden anlatmamı beklerdi?
“Bazı şeyler zamanını bekler,” dedim ve kitaplıkların arasına doğru yavaş adımlarla yürüdüm.
“Şimdi duymayı istiyorum,” dediğinde sesi aksi ve ısrarcıydı. “Öğrenene kadar o resmi kafamın içinde oradan oraya koyacağım, seni her kim nasıl incittiyse, onun yüzünü kuracağım kafamın içinde...” Bir rafın önünde durduğumda, vakit kaybetmeden yaklaştı ve tam arkamda belirerek beni kendisiyle raf arasına sıkıştırdı. Ona dokunmadan da sıcaklığını hissedebildim. Hazer başımın üstünde sertçe soluklandı. “... öğrenene kadar iflah olmayacağım anlamıyor musun?”
“Ne var, biliyor musun Hazer?” Hüzünlü gözlerle raftaki kitaba bakarken, kollarımdaki ağırlığı hissederek yutkundum. Sanki şimdi kafamı eğip kollarıma baksam çocukluğumun cesedini görecektim. “Şimdi duymayı istiyorsun ama inan, ben anlatmaya başladığımda kulaklarını kapatmak isteyeceksin.”
Hazer’i şaşkınlığıyla bir arada bırakarak önünden çekildim ve kitaplığın kenarından yürüyerek diğer kitaplıkla arasına girdim. Onun bakış açısından çıktığımda sırtımı ahşap kitaplığa yasladım. Yumruklarımı sıkarak dalgın gözlerle camdan yağan sulu karı izlemeye başladım.
Bir süre ben kitaplığın bu tarafında dikildim, Hazer diğer tarafında. Bana daha fazlasını sormadı, çünkü zaten dediğim şey fazlasıyla kötüydü ve kafasının içinde bunu sorguladığına emindim. Ben de onu merak ediyordum, çizdiği resmi de, bunun haricinde, mesela gün içinde ne yaptığını, nerede olduğunu, aç olup olmadığını, beni düşünüp düşünmediğini... Onu düşünüyordum, hep.
Az sonra ellerimle ıslanan kirpiklerimi temizledim ve elbisemin yakasını düzeltip sakince rafları gezmeye devam ettim. Ellerim kitaplarda dolaşırken bakışlarım duvarın kenarına asılmış duran tablolardan birine sabitlendi. Bu ünlü tabloyu biliyordum. Korkunç İvan Oğlunu Öldürüyor. Bakarken insanın yüreğine dokunan bir tabloydu.
“Resimleri sever misin?”
Omuz hizamın üzerinden ona doğru dönerek yanıma ilerleyişini izledim. “Sanatı severim,” dedim tekrar kendimi ânın heyecanına bırakarak.
“Pek tabii, zarafetinden anlaşılıyor.”
Dudaklarımı kıvırdıktan sonra başımı yeniden karşımdaki tabloya çevirdim. Başımın biraz üstüne denk geliyordu, oldukça geniş bir çerçeveydi. Tozlu olsa da bakımlı görünüyordu. Hazer yanıma yaklaştığında başını karşımdaki tabloya çevirdi ve sessiz kaldığı bir dakikadan sonra, “Çok acı bir tablo,” dedi. “Hikâyesini biliyor musun Mila?”
“Biliyorum,” dedim. “Adam çok sinirlenip asasıyla oğlunun başına vuruyor, onu öldürüyor.”
Anımsayabildiğim kadarıyla adam bir öfke anında elindeki asasını oğlunun başına vurarak onu öldürüyordu. Oğlunu öldüren adamın duyguları gözlerinden o kadar taşıyordu ki, bir insanın böyle bir yeteneğe sahip olup bu bakışı çizebilmesi... Tanrı’nın hikmeti olmalıydı.
“Bir anlık öfkeyle yapıyor,” dedi Hazer, aynı düşünceli sesle. Omzumun üzerinden tabloya bakıyorken kaşlarını çatmıştı. “Yapmayı istemiyor aslında ama bir anlık öfkesine kapılıp oğlunu öldürüyor işte. Öfke... Çok kötü bir şey Mila. Ben öfkeme yenilmekten korkarım.”
O, konuşmaya devam ederken tablodan daha çok ilgimi çekti ve bakışlarım ona çevrildi. Bana birkaç kez daha çok çabuk sinirlenip ağzına geleni söyleyebildiğini bahsetmişti. Keşke ona yardım edebilseydim ama ne yapabilirdim ki...
“Her insanın kusuru vardır Hazer.”
“Senin yok.”
Göz göze geldiğimizde zamanı yöneten şey kalbim oldu ve ona bakarken asırlar geçiyormuş gibi hissettim. Kimsenin beni çekip alamayacağı bir yerdeydim sanki... “Tanrı, kusurlarımızı bile titizlikle yaratıyor,” dedim. “Herkesin olduğu gibi benim de kusurlarım var Hazer.”
“Ben görmüyorum.”
“İltifat ediyorsun, teşekkür ederim ama...”
“Mila, bırak kusurlarını göremeyişim benim kusurum olsun, sen kusursuz kal.”
Ah! Bunu çok sık yapıyordu, nefesimi kesmeyi... Bakışlarımı sakin ama ürkekçe önüme çevirirken, “Eres tan dulce," deyiverdim ve dediğime kendim inanamayarak gözlerimi kocaman açtım.
“Ne dedin?”
“Sadece... çok ince olduğunu söyledim.”
Bir şey demedi, kafasını sallayarak yüzünü tabloya çevirdi. Ben kütüphanesinin geri kalanını gezerken Hazer tabloyu seyre daldı. Bazen aramıza sessizliği alıyorduk, çünkü aramızdaki o yoğunluğun dağılmasına ihtiyaç duyuyorduk. Ara ara durup tabloları izledim, bazısının hikâyesini merak ettim, bazılarına hayran kaldım. Hazer’in mesafemizi koruyarak yavaş adımlarla beni takip ettiğini hissediyordum ama bu hoşuma gittiği için ses etmiyordum. Bazı kitapları raftan alıp içlerini karıştırdım, bazı cümlelerini okudum, hatta bir tane kitapta altı çizili bir cümleye denk geldim.
“Bir insanın başka fırsatları olmasına rağmen onları reddedip sürekli aynı kişiyle sevişmek istemesine, bu mutluluk verici duyguya aşk denirdi.”
Masumiyet Müzesi kitabındandı. Hiç okumamış ama sıkça duymuştum bu kitabı. Altı çizili cümleleri okuduktan sonra güçlükle yutkundum ve gözlerimi Han’a çevirdim. Orada, az ötemdeki kitaplığa yaslanmış duruyordu ve elime hangi kitabı aldığımı görmüştü. Bu cümleyi okuyup okumadığımı tahmin etti mi bilmem ama az önceye kadar kararlı olan bakışlarının tereddütle benden uzaklaştığını fark ettiğimde, elimdeki kitabı kapatıp yerine koydum. “At binmeye gidelim mi?”
Çıplak ayaklarımın üzerinde ona doğru dönerken hevesle başımı salladım. “Çok memnun olurum.”
Han bakışlarını tekrar üzerime çevirip beni baştan aşağıya süzdü. Ensesini kaşıyordu. “Elbiseyle binemezsin ama.”
Ah, tabii ki. “Üstümü değiştiririm,” dedim. “Dilersen sen aşağıya in, beni bekle.”
Hazer kafasını salladı. “Tamam, biraz atı sakinleştiririm.”
Önünden geçerken dizlerimi kırarak eğildim ve reverans yaparak Hazer’e göz kırptım. Bakışları irileşti ve hafifçe gülümsediğinde utanç duygusu vücudumu etkisi altına aldı. Yanaklarım pembeleşirken ona konuşma fırsatı vermeden odayı terk ettim.
Tamam, bunun büyütülecek bir yanı yoktu. Üstelik o da bana göz kırpıyordu, benim de bunu yapmamın hiçbir sakıncası yoktu ama bir erkeğe göz kırpmak...
Kaldığım odaya geçerek çantamdan boğazlı gri kazağımı ve pantolonumu çıkardım. Ben üstümü değiştirirken Hazer’in çıktığını anlamıştım, onu çok bekletmek istemiyordum. Dağılan saçlarımı bir kez daha, başımın tepesinde sıkıca bağladım ve ayaklarıma çoraplarımı giyerek odadan ayrıldım. Hızlıca aşağıya inip portmantodan montumu ve ayakkabılarımı aldım.
Çiftliğin geniş bahçesine çıkıp etrafını dolandım ve ahırların olduğu yöne yürümeye başladım. Atların koşturduğu alanın etrafı çitlerle örülmüştü ve içeride şu an yalnızca beyaz bir at vardı. Hazer ahırların orada seyisle konuşuyor, bir yandan da çitlerden içeriye elini uzatmış beyaz atı seviyordu. Merhameti, dudaklarıma bir gülümsemenin tohumunu bıraktı ve ona yaklaşırken sanki bu tohum büyüyüp yeşerdi.
“Kısa sürdü,” diye mırıldandı geldiğimi ayak seslerinden anlayıp. Gözlerimi kırpıştırdım. “Normalde beklediğin kadınlar daha mı yavaş hazırlanırdı?”
Planlanmamış olan bu soru bir süre aramızda asılı kaldı. Hazer’in boğazından garip bir ses çıktı. Yüzümü aşağıya eğerek bu soruyu hiç sormamış gibi yaptığımda çok şükür ki Hazer buna saygı duydu ve üstelemeden seyise döndü.
“Atın huysuzluğu üzerinde mi?”
Seyis, “Yok Hazer Bey,” derken oldukça kendinden emin görünüyordu. “Zaten sizi görünce iyice yumuşadı, gayet sakin şu an.”
“İyi iyi.” Hazer’in sesi seyisle konuşurken sakindi. “Aç sen kapıyı.”
Seyis başını sallayarak kapıyı açmak için Hazer’in etrafını dolandı ve yanımdaki kapıyı açarken, “Hoş geldiniz hanımefendi,” dedi gülümseyerek. “Nasılsınız?”
Rahatsız olarak bir adım kadar geriledim ve Hazer’e yaklaştıktan sonra, “İyiyim,” dedim. Adam alınmış görünmedi ama beni soğuk bulmuş olmalı ki bir daha konuşma girişiminde bulunmadı.
“Sağ ol, gerisini ben halledebilirim, sen işine bak.”
“Keyifli sürüşler.”
Adam uzaklaşmaya başladığında kaba davrandığımı düşünerek kötü hissettim. “Hadi,” dedi Hazer ve elini belli belirsiz bir şekilde belime yaslayarak beni kapıdan içeriye geçmem için teşvik etti. Montum olduğu için dokunuşunu pek hissetmiyordum ama orada olduğunu bilmek bile Tanrı’dan merhamet dilenmeme yetiyordu.
“Seni ata bindireyim.”
Çiftlerle örülmüş alanın içinde dörtnala koşan ata bakarken, “Sakin bir attır,” diye konuştu. Nefesinin dudaklarından çıkıp soğuk havanın içinde süzülüşünü görüyordum. “Seni korkutmayacaktır, korkutursa bile ben hemen yanınızda olacağım. Sen onun üzerindeyken şimdiki gibi dörtnala koşmayacak, sadece yavaşça ilerleyecek. Eğer seni ürkütürse hemen onu durdurup seni indireceğim.”
At yanımıza gelirken Hazer bana bakıyordu, at yanımıza geldiğinde de Hazer bana bakıyordu. Ben elimi ürkekçe uzatıp ayın beyaz tüylerine dokunduğumda da Hazer yalnızca bana bakıyordu. Sanki kendine getirebilmem için onu sarsmam gerekiyordu. Elim beyaz, iri atın tüylerinde gezinirken diğer elimle koluna dokunarak nazikçe konuştum. “Nasıl binebilirim?”
Hazer kolumdaki eline baktığında parmaklarımı uzaklaştırdım ve avuç içime bakarak sıcaklığını görmeye çalıştım. O kadar gerçekti ki, sanki avucumda, ümitlerimin yanında onu da tutuyordum. Hazer genzini temizleyerek atın tüylerini benim gibi okşarken bir elini cebine atarak kesme şeker çıkardı. Avucunu ona uzattığı an at kafasını kaldırdı ve güzel gözleriyle Hazer’e bakarak ağzını avucuna indirdi.
“Bak dostum, sakın onu üzerinden falan atıp bunca yıllık ahbaplığımızı bozma tamam mı?”
At, şekerleri afiyetler yerken, Hazer umursanmadığı için homurdandı ve aralarındaki iletişim beni gülümsetti. Hazer tekrar yanıma yaklaştı; ruhu ve kalbiyle beraber. İkimizin de göğsü hızlı hızlı inip kalkarken, “Ben sana yardımcı olayım,” dedi ve izin ister gibi bana baktı. Gözlerimi bir defa kırparak ona izin verdiğimde büyük elini uzatarak belime koydu ve mesafemizi tamamen kaybetti.
“Şimdi seni belinden tutup yukarı kaldıracağım, sen de bu sırada bir ayağını atın eyerine basıp diğer bacağını öbür tarafa atacaksın.”
Belimden tutmak için arkama geçtiğinde onu göremez ama az öncekinden daha fazla hisseder olmuştum. Ensemde derin, sert bir nefes alarak diğer elini de bel kıvrımıma yerleştirdi. İlk kez bana bu kadar fazla dokunuyordu ama teması tenimde bile değil, montumun üzerinde kalıyordu. Boğazıma kurşun ağırlığında bir yutkunuş otururken, Hazer ellerinin yardımıyla ayaklarımı yerden kesti. Ben bir ayağımı atın eyerine yaslayıp diğer bacağımı atın öbür tarafına attığımda, vücudumu nazikçe atın üzerine yerleştirdi. Kalçam atın üzerine yerleşip de güvenliğim sağlandığında Hazer ellerini, belime sürterek çekti. Desteğini kaybetmek beni telaşlandırınca, “Ştt,” dedi usulca. “Gider miyim sanıyorsun...”
Rahatlayarak ellerimi atın üzerine yasladığımda, Han dengemi sağladığımdan emin olarak uzaklaştı. “Sıkı tutun,” dedi bana. “Ben atı yavaşça gezdireceğim, kendi başına hızlanmaması için. Ürkme, tadını çıkar.”
Tamam, ürktüğüm doğruydu ama sandığı kadar korkmuyordum. Rahatlamaya çalışarak vücudumu serbest bıraktım. “Gracias,” dedim minnetle. “Korkmaktan ziyade heyecanlı hissediyorum.”
Hazer biraz geriledi ve atın tasmasından tutarak yavaşça çekmeye başladı. Telaşa kapıldım ama Hazer’in bakışları sakinleştirici etkisindeydi. “Ben de ilk bindiğimde böyleydim,” dedi dikkatle beni izleyerek. “Korkmuyor, hevesli hissediyordum.”
Rüzgâr yüzüme olduğundan daha sert şekilde çarparken, “Sen neden binmedin?” diye sordum. “Yani sen de binseydin zaten atı sürebilirdin.”
“Bu kadar yakınlığa hazır değilsin,” diyerek başını başka tarafa çevirdiğinde, utanarak gözlerimi yumdum ve bu hissin tadına varmaya çalıştım. Eğer ata o da binseydi bahsettiği gibi çok yakın olmamız gerekecekti ve Hazer buna hazır olmadığımın farkındaydı. Rüzgârın yüzümde süzülüşünü hissederek dakikalar boyunca gözlerimi yumdum ve at yavaşça yürürken Hazer’in gözlerini yüzümde hissettim. Uzandı ve atın üzerindeki parmaklarıma nazikçe dokundu.
Biliyorum, elimi tutmak istiyor...
Tıpkı, bana sarılmayı istediği gibi...
Bir süre beni atın üzerinde gezdirdi, bu süre içinde elbette elini benden çekmişti ve ben atıyla konuşurken sadece bizi izlemişti. Geniş alanda, uzunca vakit gezdikten sonra, atı çok yormaktan korktuğum için inmek istedim. Hazer atı kenara çekti, onu durdurmakta biraz zorlandı ve sonra onu kesme şeker vererek kandırdı. O an kendimi kötü hissettim, şekerlerle kandırılan bir tek ben değildim. Biliyorum, elbette aynı şey değildi ama bu bir şeyleri hatırlamama mâni olamamıştı. At sakinleşirken Hazer ellerini montumun üzerinden belime yerleştirdi ve göz temasımızı bozmadan beni atın üzerinden yavaşça aşağıya indirdi. Ayaklarım yere bastığında bile bulutların üzerindeymiş de az sonra yağmur olup yağacakmış gibi hissettim.
Beni tamamen bıraktığında birbirimizden uzaklaştık. O, atı ahıra götürürken ben kollarımı kendime sararak onun bana geri dönmesini izledim. Hazer bir müddet sonra bana doğru yürümeye başladığında ben de ona doğru yürümeye başladım. Ortada buluştuğumuzda atkısına uzandı ve çıkarıp izin isteyen gözlerle bana baktı. Mahcubiyetle atkısını boynuma dolamasını izlerken, “Keyif aldın mı?” diye sordu bana, sesi beklenti doluydu. “Ben at binmeyi çok severim, senin de sevileceğini düşündüm ama... Çok uzun kalmadın.”
Onun cevap isteyen gözlerle bana baktığını fark ettiğimde kuruyan dudakları dilimin ucuyla ıslattım. “Çok keyif aldım, teşekkür ederim. Yalnızca atı çok fazla yormak istemedim.”
Hazer atkıyı boynumun etrafına sardıktan sonra ummadığım bir şey yaptı ve işaret parmağının ucuyla üşümüş burnuma dokundu. “Çok incesin, balerinim.”
Yüzümü atkının içerisine saklayarak parmak uçlarımda yükseldim. Sessiz kalarak etrafımı izledim. Hazer’in yanından ayrıldım, çiftliğin içinde gezmeye başladım. Kendisinden uzaklaştığımda bir sigara yaktı ve sigarası bitene kadar yanıma gelmedi. Bu sırada ben alçaklarda süzülen bir kuşu taklit ediyor, elimi havaya kaldırmış, onunla uçuruyordum. Hazer’i görünce kuşu unuttum ve kuş uzaklaşırken Hazer sigarasının izmaritini atarak yanıma geldi. Bir şey diyecekti, anlamıştım. Susup demesini beklerken üzerindeki deri ceketinin uçlarına uzanıp biraz orayla oynadım. Fermuarını aşağıya ve yukarıya doğru çekip indirirken, Hazer sesli soluklar alarak beni izledi. Diyeceği ne vardı bilmiyorum ama sessizliği de yaşanılabilir bir alandı.
“Ben... Yarın gideceğim.”
Evet Hazer, sessizliğin daha yaşanılabilirmiş.
Parmaklarım hareket etmeyi kesti, sonra ceketinden uzaklaştı. Cümle kafamın içinde ikinci kez kendini tekrarladığında nefes almak gayretli bir iş oluverdi. Omuzlarım aşağıya düşerken gözlerimi de parmaklarıma indirdim. Ertelediği işinden söz ediyordu, gitme zamanı gelmişti artık demek.
Kış güneşi bulutların arkasında görünerek gözlerimi kamaştırdığında ona baktım. Kemikli yüzü çarpıcı derecede gergindi ve dudakları tek bir çizgi halini almıştı. Onu mutlu eden bir şey yoktu ama huzursuzluğu kalbimi açıp içine ağır bir taşı koymasına eş değerdi.
“Ne kadar sürecek?” diye sordum, her nedense gidişinin doğrudan beni ilgilendirdiğini düşünüyordum. “Ay falan sürmeyecek değil mi?”
“Bilemiyorum,” dedi hızlıca, eliyle alnına düşen perçemlerini geriye itti, parmakları asabiyetle hareket ediyordu. “Çok sürmemesini umuyorum.”
Ben babamı aylarca, yıllarca beklemişsem Hazer’i de bir süre bekleyebilirdim. Hem dönecekti, babamın aksine onun döneceğine emindim. İç çekerek üzüntümü saklamaya çalıştım. “Yarın sabah mı gideceksin?”
Kafasını sakince salladığında, “O zaman seni havaalanına bırakabilir miyim?” diye sordum hevesle. Ümitle gözlerinin içine bakıyordum. “Por favor.”
Hazer buna şaşırmış gibiydi, bir süre sessizce gözlerime baktıktan sonra, “İşleri daha da zorlaştıracaksın,” dedi ve yanaklarını nefesiyle şişirerek başını salladı. “Biliyorsun değil mi?”
Uzanıp kolundan tuttuğumda, Hazer’in nefes alacak yeri kalmadı. Çenesi titredi. “Seni uğurlamak istiyorum Han.”
Tanrı, onun gözlerindeki merhametle beni müjdeliyor gibiydi. Orada, yıllar önce kök salmış bir ağaç vardı ama dalları kurumuştu, meyve vermiyordu. Ben gelmiş, onun toprağına su vermiş, onu ölecekken hayata döndürmüş gibiydim. Garip olansa onun gözlerinde gördüğüm her şeyi kendi içimde hissetmemdi.
Hiçbir şey demedi ama onu uğurlamama müsaade ettiğini anladım. Ricamı geri çevirmediği için ona nazikçe ama hüzünle tebessüm ettiğimde, Hazer burnundan içeriye derin bir nefes alarak aramızda uçan birkaç tutam seyrek saçımı tuttu. Onları gözümün önünden çekmesini sıkışan kalbimle izledim. Saçlarımı yumuşak bir nezaketle alıp kulağımın arkasına koyarken, “Hani sen, dalındaki çiçekleri seviyorsun ya,” dedi ve sanki dahasını söylemek için zamana ihtiyacı varmış gibi sustu. “Dalındaki en güzel çiçek...”
... sensin.
✨
Kalbimi göğsümden çıkarsam kime mi veririm?
Sana… Sadece sana.
Denizler bugün kıyıya taşıyor, yelkenli bir gemi denizin üzerinde uzaklaşıyordu. Oradaydım, karada... Uzaklaşan gemiyi izliyor, kaptanı gözetliyordum. Ona el sallıyordum, onu uğurluyordum ama aslında... Onu yüreğimde, gittiğim her yere kendimle birlikte götürüyordum.
Sabah ezanından bir müddet sonra uyanmış, hazırlanmış, Hazer’le birlikte çiftlikten ayrılmıştık. Seyahat boyunca çok az konuşmuş, ekseriyetle sessiz kalmıştık. Onu uğurlayacağım için beni evime bırakmak yerine kendi evine getirmişti. Yol boyunca uyuduğum içim şimdi daha dinç hissediyordum ama Hazer’in valizini hazırladığını görmek, her nedense dilimin ucunu bir bıçağa batırıp çekiyormuşum gibi hissettiriyordu.
Odasında, indirdiği bir valizi hazırlıyordu. Ben odanın kapısı önünde, yanağımı kapının pervazına yaslamış, onu izliyordum. Odanın dışında olduğum için odanın dekorunu tam olarak göremiyordum ama görebildiğim her şey ya siyah ya da beyazdı. Mesela gardırobu simsiyahtı ve oldukça genişti. Gardırobun önünde beyaz bir puf vardı ve ortadaki yün halı oldukça yumuşak görünüyordu. Dolabını açtığında sayısız takım elbisesi olduğunu görmüştüm. Takımlarını askısıyla beraber üst üste valize yerleştirmiş, kazaklar koymuştu. Az sonra elindeki saatler ve parfümle bakış açıma girdi. Hazer’i uzun süre göremeyecektim, ne yazık ki bu kulağa hiç hoş gelmiyordu. Ben onu uzun bir süredir, her gün görüyordum ve şimdi günlerce göremeyecek olmak...
Bir anda elimi pantolonumun arka cebine uzattım ve telefonumu çıkararak kapının kenarına biraz daha saklandım. Aceleyle telefonu sessize aldım ve o, valiziyle oyalanırken kameraya girdim. Hazer kaşlarını çatmış, valizinin içine bakarken, kamerayı yüzüne odakladım ve tuşa dokunarak onun bu ânını kendisinden habersizce ölümsüzleştirdim. Hızla telefonu indirip yüzümü de önüme eğdiğimde, fotoğrafın titrediğini ve puslu olduğunu gördüm.
Puslu fotoğrafta bile... Güzeldi.
Birkaç dakika sonra bir şey açık etmemeye çalışarak kafamı kaldırdım ve ona baktım. “Hazer, nereye gideceğini öğrenebilir miyim?”
“Bana hesap mı soruyorsunuz hanımefendi?” diye mırıldandı, sesi kısıktı.
“Elbette öyle yapmıyorum, yalnızca nereye gittiğini öğrenmek istiyorum.”
“Çin’e gidiyorum.”
Kafamı salladığımda Hazer valizinin fermuarını kapatarak koltuğun üzerinden indirdi. Kapakları açık olan dolabına ilerledi. Ben odasına çıkmadan önce beyaz bir gömlekle siyah pantolon giymişti, şimdi üzerine ceket alıyordu. Ceketini giydikten sonra koyu gri bir kravatı askısından aldığında, “Takım elbiseyle rahat bir yolculuk geçirebilecek misin?” diye sordum ve fazla ileriye gitmemiş olmayı ümit ederek cevap bekledim. Hazer amberrenkli gözleriyle bakışlarımdan çok ruhuma ağırlık yaparken, “İner inmez toplantım var,” diye açıkladı. “Aslında dün geceden gitmem gerekiyordu ama...”
Gidememişti.
Üzerimdeki kazağa sarınarak yanağımı kapının pervazından kaldırdım. Hazer başını önüne eğerek elinde kravatını yapmaya çalıştı. Gergindi, parmakları agresif şekilde hareket ediyordu. Kararsızca ileriye doğru bir adım attım. Hazer başını kaldırdı ve davet eder gibi gözlerimin içine baktığında eşikten içeriye girdim. Tamamen yanına yaklaştığımda, odadaki ayrıntılar gözüme çarpmıştı ama Hazer gözlerimi o kadar alıyordu ki gözlerimi çevirip başka şeye bakamıyordum.
“İzin ver,” diyerek kravatı elime aldım. “Yardımcı olayım.”
Dilinin ucuyla dudaklarını ıslattığında bakışlarım olması gerektiğinden fazla süre dudaklarında kaldı. “Kravat bağlayamadığını sanıyordum.”
Dudaklarına bakmaya devam ettim. “Kolay olmalı.”
“Sen bana bu kadar yakınken pek kolay değil ama...”
Bakışlarımı ütülü, beyaz gömleğinin yakasına çevirerek elimdeki kravatı sakince kaldırdım. Boynunun arkasından dolayarak iki ucundan tuttum. Hazer’in beni izlediğinden şüphe duymayarak kravatının uçlarını bağlamaya çalıştım ama daha önce hiç yapmadığım için bocalıyordum. Birkaç dakika boyunca çaresizce kravatını yapmaya çalıştım ama yapamayacağımı fark ettiğimde başımı iki yana salladım.
“O kadar kolay değilmiş.”
Tebessüm etti.
O an gülümsemesine dokunmak istedim.
Uzanıp ipek kravatı parmaklarımın arasından aldı ve kravatı muhtemelen hep yaptığı gibi özenle gömleğinin yakasına yerleştirdi. İşini bitirip ellerini indirirken, “Bak,” dedim ve ardından onun gibi tebessüm ettim. “Yaptım.”
“Şapşal.”
Gözlerimi kırpıştırarak bakışlarımı ondan aldım ve parmaklarımla kumaş ceketinin üzerindeki hayali tozları silkeledim. Hazer beni izledi, ona müsaade ettim ve hiç gereği olmadığı halde uzunca bir süre ceketindeki tozları silkeledim. Parmak uçlarım yakasından omzuna doğru tırmandı, isteyerek güçlü omuzlarını okşadı.
Hazer yutkunamadı bile.
Birbirimizden ayrılmayı başardığımızda odasını terk ettim. Aşağıya indiğimde Kerem’i gördüm. Hazer’in birkaç dakika içinde ineceğini bildiğimden eve geldiğimde çıkardığım montumu ve çantamı yanıma alarak dışarıya çıktım. Kerem henüz beni fark etmemişti, yanına ilerleyerek ona selam verdiğimde elindeki bezi bırakarak bana döndü.
“Günaydın Safir Hanım, beni özlediniz mi? Vallahi ben sizi özledim. Tatil kaçamağınız nasıldı? Hazer Bey’i o kadar aradım telefonlarıma çıkmadı, sonra kocaman harflerle BENİ ARAMA diye mesaj atmış... Hiç yakıştıramadım kendisine, bu sabah da trip atıp gelmeyecektim ama bilin bakalım ne oldu?”
“İşinle tehdit edildin?”
Yüzünü astı. “Beşiktaş maçında Fenerbahçe forması giyip ‘En büyük Fenerbahçe!’ diye bağırıp tüm bunların intikamını alacağım. Ne derler bilirsiniz Safir Hanım; intikam soğuk yenen bir yemektir.”
Çantamın askılarını omuzlarıma geçirirken, “İntikam hiç de hoş bir şey değil,” dedim. “Sense çok iyi birisin.”
Kerem kıs kıs güldü. “Hazer Bey’in karşısında en büyük Fenerbahçe, diye bağırmadan ölemem.”
Az sonra Hazer geldiğinde Kerem sevimli sevimli gülümsedi ve hiçbir şey olmamış gibi şoför koltuğuna yerleşti. Hazer’den yayılan o bildik enerjiyle beraber arabaya yürüdüm ve arka koltuğa yerleştim. Hazer valizini bagaja koyup arabanın etrafını dolandı ve az sonra kapıyı açıp içeriye girdi.
“Biliyor musun Kerem, seni hiç özlememişim.”
Kerem’in sırıtışı kayboldu. “Ben sizi özlemiştim ama. Ben balık burcuyum Hazer Bey, beni neden üzüyorsunuz?”
Hazer gözlerini devirerek sırtını tamamen koltuğa yasladı.
“Ağla istersen…”
Kerem sessizce Hazer’in görmediğini sanarak ağzının içinde onu taklit ettiğinde, Hazer hiçbir şey demeden camdan dışarıya döndü. Kerem birkaç saniye sonra arabayı çalıştırdı. Yolculuğumuz uzun sürmemişti, Hazer’in evi havaalanına uzak değildi. Seyahat boyunca hiç konuşmadık ve araba durduğunda, Kerem’in nazikçe kapımı açmasıyla arabadan indim. “Teşekkür ederim.”
Kerem omzumun üzerinden, arabadan inen Hazer’e bakarken sırıttı. “Rica ederim Safirciğim.”
Kerem’in böyle seslenmesi beni rahatsız etmemişti, sadece sürekli hanım demeyi ihmal etmediği için şaşırmıştım. Üzerinde fazla durmadan arabanın kapısını kapattım. Havalimanının kalabalığına baktım. Kalabalıktan ürkerek arabaya yaslandığımda Hazer’in bagajdan valizini aldığını gördüm.
Valizini alıp yanıma yürüdüğünde hiç konuşmadık, beraber havaalanının kapılarından içeri girdik. Aslında onu burada bırakıp gidebilirdim ama yüzü buradayken çekip gitmek çok zordu. Bir yığın insan kalabalığının arasında yan yana dikilerek güvenliği geçmeyi bekledik.
Uzun bir süre sonra güvenlikten geçip dış hatlar kapısına doğru yürümeye başladık. Hazer valizini bagaja verdi, bir süre bununla oyalandık ve bu bana onunla daha çok zaman geçirme fırsatı verdi. Bu kalabalıktaydım ama hiçbir insanın yüzü hafızamda üç saniyeden fazla kalmıyordu, onun yüzünün yanında. Dış hatlardan içeriye giremezdim, ona burada veda edecektim. Omuzlarım garip bir hisle beraber aşağıya çöktü. Bazen yolları dans ederek yürürdüm ama şimdi müziğin sesini bile duyamıyordum.
Az sonra dış hatların önünde durduğumuzda ellerimi kollarımdan çözdüm ve başımı kaldırıp ona baktım. İnsanlar sağımızdan ve solumuzdan aceleyle geçiyor, sıraya giriyor, biniş kartlarını gösteriyordu ama Hazer hâlâ karşımdaydı. Uçağının kalkmasına biraz daha vardı ama biniş saati yaklaşıyordu. Gözleri yüzümün her yerinde o kadar çok oyalandı ki, bir zaman sonra yüzümün avuçlarının içinde ufalandığını, toz olup havaya karışacağını sandım.
Sanki benim yüzüme ne kadar bakarsa yanında o kadarımı götürecekti. Sahi, yanında ne kadarımı götürecekti? Bakışlarının uzun süreli olması kalp atışlarımın dayanılmayacak raddeye gelmesini sağladı ve bununla beraber, bakışlarının dağılması için ona gülümsedim. Kirpiklerini kırpıştırdı ve uzanıp atkıyı hafifçe aşağıya çekerek çenemi atkının içinden çıkardı. “Mila?”
“Han?”
“Beni bekler misin?”
Bu soru kalbimi incitti. “Beklerim,” dedim hissettiğim şekilde. “İlk kez, döneceğinden emin olacağım birini bekleyeceğim.”
Heyecanlandı. “Geldiğimde… sana söylemek istediğim şeyler var.”
Yaa.
Şimdi duymayı dilerdim ama duyduklarım çok güzel olursa onu bırakmak da o kadar zor olacaktı. Bakışlarımı kaçırırken, “Ben de sana bir şeyler söylemek isterim,” dedim.
Cümlem biter bitmez Hazer bana bir adım daha yaklaştı. Alınlarımızın temas etmesine çok az kaldı ve duygularım ruhumun üstüne bayrak dikip beni tamamıyla etkisi altına aldı. Tanrım, sen benden sadece onu değil, müziği de alıp götürüyorsun. Ben neyin ritmine kapılıp dans edeceğim?
Gözleri, bana fırtınalı bir akşamüstü gibi bakarken, “Beni evimde bekle,” dedi, her kelimenin üzerine bastırarak. Nefesi alnımda dağıldı. “Yani istersen senin de evin olabilir, evim deyince sanki seni hiç ilgilendirmiyor gibi oldu ama benim evime istediğin zaman gelebilirsin, biliyorsun değil mi?” Hızlı hızlı konuşuyordu. “Ben gelene kadar orada kal, olur mu?”
“Ama Hazer... Nasıl olur ki?”
“Emniyetinden emin olmalıyım.”
Ah, çok inceydi ama... Gözleri oldukça istekli bakıyor, ikna olmamı istiyordu. Kalabilir miydim? Kalırdım, hem evine ve Fıstık’a da bakardım. Dudağımın kenarını kıvırarak başımı salladığımda Hazer derin bir nefes aldı ve ardından konuştu.
“Kerem tüm ihtiyacını karşılar, herhangi bir sorun olduğunda kendisine iletmekten sakın çekinme. Ayrıca söyle bir daha öyle Safirciğim falan demesin. Yani, bence demesin...”
“Mahcup oluyorum Hazer...”
“Ştt, hayır...” Hazer ellerini kaldırdı, o ellerin yüzümü tutmak istediğine yemin edebilirdim ama bunu nasıl kanıtlayabilirdim ki? Gözlerindeki o ihtiyaçla mı? Elleri boşlukta bocaladıktan sonra tekrar aşağıya indi ve devam etti. “Hiç mahcup olma, biliyorsun ki senle ben arasında, böyle tuhaf...” Yutkundu. “Gitmeden evvel sana sarıla...”
Bir anons sesi kulaklarımıza dolduğunda bizi ürperten şey bu anonsun Hazer’in uçağı için yankılanıyor olmasıydı. İrkildik ve birbirimize kocaman gözlerle baktık. Aslında sadece bir saniye kadar sonra yapılsaydı bu anons... Gözleri vücudumdaki sıcaklığı arttırırken, “Gitmelisin,” dedim ve uzanıp elimi koluna koydum. “Kapıların açıldı.”
Hazer kafasını salladıktan sonra bir şeyleri kabullenmiş gibi gözlerini yumdu ve ardından bir iki adım gerileyerek özel alanımın dışına çıktı. Havaalanı hâlâ etrafımda dönüyordu ama onun yüzü sabit duruyor, gözleri beni izliyordu. Elim kolundan yavaşça uzaklaştı ve bileğindeki siyah beyaz bilekliklere dokunduktan sonra aşağıya düştü.
Titreyerek, heyecanlı bir gülümsemeyle ona bakarken, “Şimdi, kalbimi yerinden çıkaracak olsam,” dedi ve susarak avucumu açtı. Elimi ağzının hizasına kaldırarak kalın dudaklarını yumuşacık bir baskıyla elimin içine bastırdı. O an avucumu öptüğünde, aslında ne demek istediğini anladım. O cümlenin devamı, sanki onun dudaklarından çıkmış gibi yankılandı zihnimin içinde.
... bu avucun içine bırakırdım.
Avucumda saklamam gereken bir şey vardı; öpücük. Aslında avucumdan öpmemiş, sadece dudaklarını bastırmıştı ama o kadar nazik bir dokunuştu ki kendimi çok kıymetli hissetmiştim. Onun dokunuşunu hissettiğim an kapanan gözlerim, yine onun dokunuşunun uzaklaşmasıyla beraber aralandı ve Hazer’in bana sırt çevirmiş, gidiyor olduğunu gördüm. O benden anbean uzaklaşırken parmaklarımı içeriye kapatarak avucumu yumruk yaptım ve yumruğumu kalbimin üzerine kapatarak kalabalığa karışan siluetini izledim. Parmak uçlarımda yükseldim, çünkü kalabalıkta onu kaybetmek istemiyordum. Kalabalık önüne geçtiğinde endişelendim. Hazer hissetmiş gibi omzunun üzerinden bana döndüğünde son kez göz göze geldik. Yakışıklı suretinin her kıymetli parçası hafızama kaydolurken elimi kaldırdım ve gülümseyerek ona veda ettim.
Gidiyordu,
Fakat dönecekti.
Çünkü karadaki kız, gemideki kaptanı hep bekleyecekti.
Onu alsın, güverteye çıkarsın diye.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...